KARACAOĞLAN
( 1606-1679 )
Hayatı efsanelere karışmış, efsane efsane söylenmiş bir halk ozanı...
Nerde akşam orada sabah, nerde Karacaoğlan orda şenlik... Halkın yüreğinden geçeni söylemiş, kendi vurgun yüreğini konuşturmuş, şu dünya denilen aynadan gelmiş geçmiş... On yedinci yüzyılın yüz akı, sanat anıtı, cennet kuşu...
Karacaoğlan, sanıldığına göre, 1606'da doğdu.
Üstüne pek çok hikâyeler söylenir, ağıtlar yakılır... Bunların en dokunaklısı, karısını yeğenine kaptırmasıdır. Adana'nın Feke ilçesine bağlı, Gökçeli köyünde doğmuş... Kozan dağlarından, Kara İlyas adında, Farsak soylu bir yoksulun çocuğu. Babası ölmüş, anası Gök Hoca diye bilinen bir çerçi ile evlenmiş... Karacaoğlan, babalığının yanında barınamadığından, vermiş kendini yollara. Belen köyünde Kozanoğlu'nun kapısına sığınmış...
Karacaoğlan, adı gibi karaca, albenili ve sırım gibi bir yiğit. Kozanoğlu 'nün kapısında hizmet görürken, ağanın kızına vurulmaz mı?.. Biraz saz tıngırdatması varmış, çökmüş saza,
başlamış yüreğini yakan derdi, ağanın kızı Elif’e söylemeye. Yanaşmaya kız verilir mi? Vermemişler! Almış başını Karacaoğlan, Maraş'a gitmiş... Orada bir kahvede bir yandan çıraklık etmiş, bir yandan saz tımbırdatmış... Saz ozanlığını iş edinmiş kendine... Çalmış, söylemiş, sonunda nasıl olmuşsa olmuş, Elif’i ile buluşup başgöz olmuşlar.
KARACAOĞLAN YÜREĞİNİ ÇIRA GİBİ YAKTI , SELLER BOŞALTI
Karacaoğlan’ın zenaati, gayrı ozanlık... Almış yârini, ablasının bulunduğu, Farsak köyüne göçmüş... Sevimli, girişken, ayağına tetik olduğundan, hep köylüler sevmişler... Nerede düğün olsa çağırılır, güzel sesiyle söylediği türküler dinlenirmiş... Derken, önce ablası, ardından eniştesi ölmez mi?.. Bütün varlık kalmaz mı haşarı yeğenine!.. Karacaoğlan'ın parada, pulda gözü yok ama, yeğeninin gözü Elifte...
Elif, önceleri olmazlanmış, kaş çatmış, dudak büzmüş ama, oğlanın yüreği soğuyacak gibi değil!.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Karacaoğlan'ı yakın bir köyde düğüne çağırmışlar. Atlanıp gitmiş... Düğün, güzel olmasına güzel de Karacaoğlan'ın yüreği küsük... Çalmış, söylemiş ama, nafile... Sabaha karşı, herkes kan uykusuna yattığı sıra, atına binip evine gelmiş... Eve girince bir de ne görsün!... Yeğeniyle sevgili Elif’i, açık saçık divanda uyuya kalmamışlar mı?.. Al baltayı, kes ikisini de!.. Ama öyle yapmamış Karacaoğlan, sırtından şalını indirip uyuyanların üstüne örtmüş ve çıkmış, gitmiş köyden... Gidiş, o gidiş!..
Ela gözlüm, ablak sunam
Dal boynumu eğdin bugün
Her bakışın kan ederdi
Tatlı cana kıydın bugün
Yüce dağdan bakınırdın
Lâle sümbül takınırdın
Engellerden sakınırdın
Engellere uydun bugün
Fani, Karaoğlan fani
Veren alır tatlı canı
Sevmediğim karadonu
Ta karşımda giydin bugün
Bu konuya dair şiirleri çoktur. Bu şiirinde olayı daha da açık-seçik görebiliyoruz:
Azgın, ağalar, zemane azgın.
Şahin yuvasına dönüyor kuzgun
Tarlası arı da bideri bozgun
Neyleyim yiğeni, day olmayınca
Söylerim söylerim, sözümden almaz
Denksiz bir cahildir, hal hatır bilmez
Hısım kavim, dosta hiç güven- olmaz
Atadan, dededen soy olmayınca
Karacaoğlan, yiğit, yiğiti över
Asılmış meyveler dalını eğer
Güzelim kıymeti bin altın değer
Netmeli güzeli, huy olmayınca
Karacaoğlan yüreğini çıra gibi yaktı, gözlerinden kanlı seller boşalttı ama, bir daha köyüne dönmedi. Kırk yıl, yaya-yapıldak kışın ovalarda, yazın yaylalarda gezindi durdu. Çaldı, söyledi, ağladı, güldü... Kendisi ile koca bir Anadolu'yu ağlatıp, güldüre ömrünü tamam etti:
Hasta oldum, odalarda yatarım
Ağalar, göçecek zaman da geldi
Tutuştu bir uçtan, yandı yüreğim
Bürüdü dağları duman da geldi
Yazılarda Arap atlar yarışır
Bayram olur, kanlı-kinli barışır
Dediler sevdiğin ille görüşür
Divane gönlüme güman da geldi
Omuz verip arkasında götüren
Meme verip beşiklerde yatıran
Adam edip meclislere getiren
Derdimin ortağı, anam da geldi
Felek, meyve yüklü dalım taşladı
Göz göz oldu, yaralarım işledi
Hocam geldi, Yâsin'lere başladı
Baktım, sağ yanıma imam da geldi
Karacaoğlan der ki,bu muydu payım
Çekildi bârhânem, yüklendi tayım
Kazıldı mezarım, ılındı suyum
Çırpına çırpına sunam da geldi
ANADOLU HALKI, KARACAOĞLAN'A BAĞLANMIŞTI
Karacaoğlan’ın şiirleri, yüzyıllar boyu, halk ağzında, dilinde yaşayarak, aktarıla aktarıla 19. yüzyıla kadar gelmiş ve ancak bu yüzyılda yazıya dökülmüştür. Anadolu halkı, Karacaoğlan'ı o kadar benimsemiştir ki kim güzel bir türkü yazsa, hemen Karacaoğlan'a bağlanır. Bu yüzden birçok yabancı şiir, Karacaoğlan'ın şiirleri arasına karışmıştır.
Hayatı gibi, ölümü de efsanelere karışmıştır. Bir söylenene göre, Tarsus civarındaki "Eshab-ı Kehf" mağarasına bir girmiş, bir daha çıkmamıştır. İşte ölümü diye bilinen tarih, bu söylentiye göre hesaplanmış ve 1679 bulunmuş. Bir başka ve daha gerçeğe yakın söylentilere göre Mut'un kuzeyindeki Karacaoğlan tepesinde yatıyor. İster Eshab-ı Kehf mağaralarının sır vermez karanlığında uyusun, ister Mut'un bir tepesinde kemikleri toprağa karışsın, şiirleri bütün tazeliği ile kitaplarda değil, dudaklarda yaşıyor..
( 1606-1679 )
Hayatı efsanelere karışmış, efsane efsane söylenmiş bir halk ozanı...
Nerde akşam orada sabah, nerde Karacaoğlan orda şenlik... Halkın yüreğinden geçeni söylemiş, kendi vurgun yüreğini konuşturmuş, şu dünya denilen aynadan gelmiş geçmiş... On yedinci yüzyılın yüz akı, sanat anıtı, cennet kuşu...
Karacaoğlan, sanıldığına göre, 1606'da doğdu.
Üstüne pek çok hikâyeler söylenir, ağıtlar yakılır... Bunların en dokunaklısı, karısını yeğenine kaptırmasıdır. Adana'nın Feke ilçesine bağlı, Gökçeli köyünde doğmuş... Kozan dağlarından, Kara İlyas adında, Farsak soylu bir yoksulun çocuğu. Babası ölmüş, anası Gök Hoca diye bilinen bir çerçi ile evlenmiş... Karacaoğlan, babalığının yanında barınamadığından, vermiş kendini yollara. Belen köyünde Kozanoğlu'nun kapısına sığınmış...
Karacaoğlan, adı gibi karaca, albenili ve sırım gibi bir yiğit. Kozanoğlu 'nün kapısında hizmet görürken, ağanın kızına vurulmaz mı?.. Biraz saz tıngırdatması varmış, çökmüş saza,
başlamış yüreğini yakan derdi, ağanın kızı Elif’e söylemeye. Yanaşmaya kız verilir mi? Vermemişler! Almış başını Karacaoğlan, Maraş'a gitmiş... Orada bir kahvede bir yandan çıraklık etmiş, bir yandan saz tımbırdatmış... Saz ozanlığını iş edinmiş kendine... Çalmış, söylemiş, sonunda nasıl olmuşsa olmuş, Elif’i ile buluşup başgöz olmuşlar.
KARACAOĞLAN YÜREĞİNİ ÇIRA GİBİ YAKTI , SELLER BOŞALTI
Karacaoğlan’ın zenaati, gayrı ozanlık... Almış yârini, ablasının bulunduğu, Farsak köyüne göçmüş... Sevimli, girişken, ayağına tetik olduğundan, hep köylüler sevmişler... Nerede düğün olsa çağırılır, güzel sesiyle söylediği türküler dinlenirmiş... Derken, önce ablası, ardından eniştesi ölmez mi?.. Bütün varlık kalmaz mı haşarı yeğenine!.. Karacaoğlan'ın parada, pulda gözü yok ama, yeğeninin gözü Elifte...
Elif, önceleri olmazlanmış, kaş çatmış, dudak büzmüş ama, oğlanın yüreği soğuyacak gibi değil!.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Karacaoğlan'ı yakın bir köyde düğüne çağırmışlar. Atlanıp gitmiş... Düğün, güzel olmasına güzel de Karacaoğlan'ın yüreği küsük... Çalmış, söylemiş ama, nafile... Sabaha karşı, herkes kan uykusuna yattığı sıra, atına binip evine gelmiş... Eve girince bir de ne görsün!... Yeğeniyle sevgili Elif’i, açık saçık divanda uyuya kalmamışlar mı?.. Al baltayı, kes ikisini de!.. Ama öyle yapmamış Karacaoğlan, sırtından şalını indirip uyuyanların üstüne örtmüş ve çıkmış, gitmiş köyden... Gidiş, o gidiş!..
Ela gözlüm, ablak sunam
Dal boynumu eğdin bugün
Her bakışın kan ederdi
Tatlı cana kıydın bugün
Yüce dağdan bakınırdın
Lâle sümbül takınırdın
Engellerden sakınırdın
Engellere uydun bugün
Fani, Karaoğlan fani
Veren alır tatlı canı
Sevmediğim karadonu
Ta karşımda giydin bugün
Bu konuya dair şiirleri çoktur. Bu şiirinde olayı daha da açık-seçik görebiliyoruz:
Azgın, ağalar, zemane azgın.
Şahin yuvasına dönüyor kuzgun
Tarlası arı da bideri bozgun
Neyleyim yiğeni, day olmayınca
Söylerim söylerim, sözümden almaz
Denksiz bir cahildir, hal hatır bilmez
Hısım kavim, dosta hiç güven- olmaz
Atadan, dededen soy olmayınca
Karacaoğlan, yiğit, yiğiti över
Asılmış meyveler dalını eğer
Güzelim kıymeti bin altın değer
Netmeli güzeli, huy olmayınca
Karacaoğlan yüreğini çıra gibi yaktı, gözlerinden kanlı seller boşalttı ama, bir daha köyüne dönmedi. Kırk yıl, yaya-yapıldak kışın ovalarda, yazın yaylalarda gezindi durdu. Çaldı, söyledi, ağladı, güldü... Kendisi ile koca bir Anadolu'yu ağlatıp, güldüre ömrünü tamam etti:
Hasta oldum, odalarda yatarım
Ağalar, göçecek zaman da geldi
Tutuştu bir uçtan, yandı yüreğim
Bürüdü dağları duman da geldi
Yazılarda Arap atlar yarışır
Bayram olur, kanlı-kinli barışır
Dediler sevdiğin ille görüşür
Divane gönlüme güman da geldi
Omuz verip arkasında götüren
Meme verip beşiklerde yatıran
Adam edip meclislere getiren
Derdimin ortağı, anam da geldi
Felek, meyve yüklü dalım taşladı
Göz göz oldu, yaralarım işledi
Hocam geldi, Yâsin'lere başladı
Baktım, sağ yanıma imam da geldi
Karacaoğlan der ki,bu muydu payım
Çekildi bârhânem, yüklendi tayım
Kazıldı mezarım, ılındı suyum
Çırpına çırpına sunam da geldi
ANADOLU HALKI, KARACAOĞLAN'A BAĞLANMIŞTI
Karacaoğlan’ın şiirleri, yüzyıllar boyu, halk ağzında, dilinde yaşayarak, aktarıla aktarıla 19. yüzyıla kadar gelmiş ve ancak bu yüzyılda yazıya dökülmüştür. Anadolu halkı, Karacaoğlan'ı o kadar benimsemiştir ki kim güzel bir türkü yazsa, hemen Karacaoğlan'a bağlanır. Bu yüzden birçok yabancı şiir, Karacaoğlan'ın şiirleri arasına karışmıştır.
Hayatı gibi, ölümü de efsanelere karışmıştır. Bir söylenene göre, Tarsus civarındaki "Eshab-ı Kehf" mağarasına bir girmiş, bir daha çıkmamıştır. İşte ölümü diye bilinen tarih, bu söylentiye göre hesaplanmış ve 1679 bulunmuş. Bir başka ve daha gerçeğe yakın söylentilere göre Mut'un kuzeyindeki Karacaoğlan tepesinde yatıyor. İster Eshab-ı Kehf mağaralarının sır vermez karanlığında uyusun, ister Mut'un bir tepesinde kemikleri toprağa karışsın, şiirleri bütün tazeliği ile kitaplarda değil, dudaklarda yaşıyor..